Ana içeriğe atla

Devam Et Yurttaş !


Buz gibi toprak ayaklarına değdikçe irkildi ama aynı doğrultuda durmadan rahatlıyordu. Bir toprak neden bu kadar soğuk olur diye düşündü, nasıl olabileceğini bildiği için nedenleri sorgulamaya başlamıştı.
2 sene önce kardeşinin dakikalarca çırpınarak can verdiği topraktı bu,
sıcak olmasını bekleyemezdi, buz gibi soğuktu toprak o bedeninin üstünde can verişine kızmış gibi ısınmayı reddediyordu.
Sadece bir kısmı hariç.
Kardeşinin kanının aktığı o bölge, sanki alev alev, cehennem ateşinden farksız bir şekilde yakıyordu ayaklarını.
Belki buz gibi olmayı toprak istemiyordu, toprağın bütün sıcaklığını oraya çeken o kandan dolayı öyleydi, bilmiyordu.
14 yaşında bir çocuk öldü bu topraklarda,
öldürüldü,
can verdi,
canı alındı.
Nasıl olduğunu biliyordu, nedenini sorguladı yine.
Neden?
Sorgulama bile yapılmamıştı, bir tek bakışta suçu sabit görüldü ve öldürüldü.
Daha fazla düşünmesine engel olan kol saatinin çalması oldu,
yaklaşık 10 ay önce yürürlüğe giren kanun ile tüm yurttaşlara dijital saatler dağıtılmıştı, kollarından asla çıkarılmaması için ise bu saatler kayışla değil prangayla tutturulmuştu bileklere.
Eve giriş ve çıkış saatleri, işe ara vermek için belirlenen süreler, yemek molaları ve hatta tuvalet araları bile bu saatin ötmesiyle duyuruluyordu yurttaşlara.
Bu ötüş işine geri dönmesi gerektiği hatırlattı Sigmund’a, bahçesinden içeri girdi.
Tek bir oda ve bahçeden oluşan bir evi vardı Sigmund’un, ülkedeki diğer yüzbinlerce evden biriydi ona ait olan ev. Odasına girdiğinde masanın üstünde okurken yarıda bıraktığı kitap karşıladı onu –bazen kitap okumak için onlara tanınan 10 dakikanın dışına çıkıp okuduğu için kitap belirlenen tarihten daha erken bitecek diye korkup uzun süredir sadece tek bir sayfasını okuyordu- 1984.
1984’ü okuduğu zamanlar kitapta geçen şeyleri yaşayacağına asla inanmazdı, gerçi öyle de oldu kitapta geçenleri değil çok daha  fazlasını yaşadı.
O kadar fazlası meydana geldi ki devlet bu kitaplar dahil hiçbir kitabı yasaklamadı, aksine okunmasına teşvik etti çünkü ilk defa bir dikta rejimi yasakların değil fazla serbestliğin insanı engelleyeceğini anlamış ve belli alanlarda özgürlükleri yurttaşların elinden almamıştı.
Kitabı kaldırıp işinin başına geri döndü.
Aslında bu rejimin içine dahil olmadan otuz sene önce yaptığı iş ne ise onu yapmaya devam ediyordu Sigmund, gazetecilik.
Fakat bu sefer tek farkı o habere değil haber ona gelmekteydi.
Her sabah kapısı 3 kere çalardı Sigmund’un ve bu demekti ki iş ile ilgili bir gelen var, kapının altında olan ve eskiden köpek girişi olarak kullanılan bölmeyi açar görevlinin ona uzattığı zarfların içinden çıkan haberleri derleyerek hayali bir haber yazar, ardından tekrar gelen adama yazdığı haberi verir ve ertesi gün eğer onaylandıysa haber rejimin tek gazetesi olan “YANKI” gazetesinde yayınlanır.
Fakat bugün gelen zarfı açtıktan sonra molaya çıktığında aklında tek soru vardı.
Bu haberİ nasıl yazacağım?
Çünkü gelen mektup, bundan 2 yıl önce gözlerinin önünde öldürülen kardeşinin bir suçlu olduğunu halka duyurmak için bir haber yapmasını emrediyordu.
Aradan geçen 2 yıldan sonra neden bunu haber yapıyorlar diye düşünmedi, çünkü biliyordu ki yapılacak her haber ihtiyaçtan doğmaktaydı, bir yerlerde birileri bu olay hakkında bir şeyler konuşmuş olmalıydı ki bu ve bunun gibi “hain” damgalı haberlerin yapılmasına ihtiyaç duyulmuştu.
Yurttaşların aralarında konuştukları bütün cümleleri analiz eden ve kullanılan yasaklı kelimeleri tespit eden bir sistem sayesinde oluyordu bu, çok uğraşmasına rağmen hiçbir yurttaş bu sistemin nasıl çalıştığını öğrenemedi. Herkesin olduğu gibi Sigmund’unda aklına dinleme cihazı geldi ama oda bunu ne vücudunda ne de vakit geçirdiği ortamda bulamadı.
Haberi yazmak için oturduğunda son sigarasını yaktı, derin bir nefes aldı, kafasını geriye doğru yatırdı ve dumanı üflerken karşısındaki tabloyla göz göze geldi.
2015’te çektirdikleri bu fotoğrafta Sigmund ölen kardeşi ve babası ile poz vermişti, babası bu fotoğraftan 6 ay sonra hastalığı sebebiyle ölmüş, kardeşi ise 10 yıl sonra öldürülmüştü. Kardeşine uzun uzun baktığında o berbat günlere geri döndü.
Rejimin 8. Senesiydi yeni evlerine taşınmalarının üzerinden 1 yıl geçmemişti. Devlet ülkedeki bütün binaları yıkıp tek tip ev sistemine geçmiş Sigmund ve kardeşi de bu sistemin ilk kullanıcılarından olmuşlardı.
Eve girdiklerinde kardeşi çok mutlu olmuştu, bir bahçesi vardı evin, oda da ise yan yana iki yatak ( gerçi kardeşi öldürüldüğünde devlet yatağa el koymuş ve onun eşyalarını geri dönüştürmek üzere merkeze götürmüştü) ve hem yemek hem de iş için kullanılacak olan bir masa vardı.
Kanepe, sandalye veya sehpa gibi eşyalar yoktu.
Buna rağmen çok sevinmişti kardeşi, bir bahçe vardı, yemyeşil çimleri olan ortasında kocaman bir ağaç olan bir bahçe vardı. Sigmund’un gözlerine bakıp “okulu bırakmak zorunda olduğum için artık üzülmeyeceğim sanırım abi” demişti. “çünkü bu bahçeden asla ayrılmak istemiyorum.”
Aradan geçen aylar sistemin güçlendiği ve ivme kazandığı aylardı, her gün yeni kurallar duyurulmaya yeni talimatlar verilmeye başlamıştı, öyle ki yetişkinlerin bile bu hıza yetişmesi zor iken bir çocuğun bu hıza yetişemediği için cezalandırılması ne kadar doğruydu ? gerçi ortada doğruluk namına ne kalmıştı ki…
Olay meydana geldiği gün Sigmund’un gazetecilik işine devam edeceği yeni belli olmuştu fakat mektupların alımının evinin kapısından yapılacağını kardeşine söylememişti.
İşini aldıktan 3 gün sonra kapı üç kere tıkladı, Sigmund bahçede kardeşinin kazdığı toprakları düzeltmekle meşguldü o yüzden koşarak kapıya giden kardeşini durduramadı, bağırdı, ayağa kalkıp arkasından koştu ama kapı o kadar kısa bir mesafedeydi ki çocuk çoktan kapıyı açmıştı, hem de büyük bir heyecanla, hem de küçük bölmeyi değil bütün kapıyı sonuna kadar açmıştı.
Kapı açıldığında karşısında tanıdık bir yüz bekleyen çocuk birden büyük kaba eller hissetti boğazında haberi getiren  gardiyan ( Sigmund daha sonra devlet görevlilerinin tek tip isimle anıldığının onun da gardiyan olduğunun farkına varmıştı ) titremeyen ve sabit bir ses tonu ile üç kez “kural ihlal edildi” dedi ve çocuğun boğazını elleriyle sıkarak onu ayağa kaldırdı ve ayakkabılarıyla eve girip oradan bahçeye doğru geçti.
Sigmund o an olan bitene anlam veremedi fakat içgüdüsel olarak gardiyana saldırdı fakat daha ona dokunur dokunmaz yediği şokla yere yığıldı, ilk defa yiyordu o şoku Sigmund vücudu kısa süreli felç olmuştu, duyuyor, görüyor, hissediyor fakat ne kıpırdayabiliyor ne de konuşabiliyordu.
Gardiyan çocuğu önünde diz çöktürmüş vaziyette biraz bekledi, kardeşi nefes nefese kalmıştı fakat ağlamıyordu, şoka girmiş gibi titreyerek abisine bakıyor fakat ne kaçmak için bir hamle yapıyor ne de bağırıp çağırıyordu sadece titriyor ve boş gözlerle bakıyordu.
Sigmund o an çocuğa bir şeyler enjekte edildiğini anladı.
Yaklaşık 2 dakika sonra Sigmund odadan bahçeye gelen diğer insanlar olduğu fark etti, toprağa doğru yığıldığı için vücudunu kontrol edememiş ve yüzünün yarısı çimlerin arasında kalmış vaziyette bir tek gözüyle olan biteni takip ediyordu.
Diğer insanlar bahçeye geldiğinde içlerinden bir tanesinin gardiyan olduğunu diğerinin ise şef diye adlandırılan üst düzey yetkili olduğunu gördü. Şef cebinden çıkarttığı tüpleri çocuktan kan örnekleri alarak doldurdu ve kafasıyla çocuğu boğazından tutmakta olan gardiyana yap dedi.
Gerisi sanki sadece 2 saniye sürmüştü, Sigmund yüzüne doğru gelen kanı hissetmeye başladığında neredeyse 2 saat geçmişti, yavaş yavaş vücudu eski haline gelmeye başlamıştı, bütün yüzü kardeşinin kanıyla kaplanmıştı…
Ayağa kalktı, kardeşi götürülmüş ve yerde sadece kan lekesi ile bir not kalmıştı.
“İşine Devam Et Yurttaş”
aradan geçen 2 yıl boyunca Sigmund ne zaman bahçeye çıksa toprak buz gibiydi, sadece o kısım hariç, kardeşinin kanının akıtıldığı o bölgeye geldiğinde ayakları yanıyordu adeta.
Ve şimdi ondan istenen; devletin asla hata yapmamış olduğunu ve öldürülen yurttaşların hain olup kuralları bilerek ihlal ettiklerini gazeteye yansıtmasıydı hem de bunu kendi kardeşinin ölüm olayını örnek göstererek yapacaktı.
Sigmund bağırmak, isyan etmek istedi fakat bir gerçekle yüzleşti, o bir korkaktı…
Ölmekten ve ondan daha çok işkence görmekten korkuyordu. Bu yüzden haberi yapmaya karar verdi.
Kalemi elinde aldı.
Ve haberin başlığını yazmaya başladı.
“İHLAL EDİLEN HER KURAL, DİĞER YURTTAŞLARIN AYAKLARINI YAKACAKTIR !”.
başlığı attığı o an, kapıdan gelen ses ile irkildi :
tak,tak…!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÖLÜMSÜZLÜĞÜ BULAN ADAM !

Bugün sizlere Isaac Christin Novak'ın hikayesinde bahsedeceğim.  Dünyaya geldikten hemen sonra bebekler ağlamaya başlarlar, ya bu dünyanın nasıl boktan olduklarını bildikleri içindir ya da doğar doğmaz yavaş yavaş ölmeye başladıkları için. Bir süre sonra bu fikre alışarak ağlamaları kesilir fakat herkes bu fikre alışmaz ve ölmemek üzere yaşamaya başlar. İnsan bilimsel olarak kalbi durduğu zaman ölür fakat asıl ölüm ismini son bilen, seni son hatırlayan kişi dünyadan gittiğinde olur. O zaman bu dünyaya hiç gelmemiş olursun, çünkü kimsenin seni hatırlamaması senin var olmadığına bir kanıttır. Sanatçılar ve siyasiler çoğunlukla bu açığı kapatırlar, çünkü onlar kolay kolay unutulmazlar ve ölümsüzlüğü bir nebze gerçekleştirirler. Peki ya gerçekten ölümsüz olmak mümkün mü? Binlerce yıldır insanlar bunun araştırmasını yaptılar, dünya üzerinde inanılan neredeyse bütün dinler ölümden sonra tekrar yaşamın olacağını söylerler fakat bulunduğumuz dünyada ölümsüzlüğün

MESSİ'NİN KILDIĞI NAMAZ !

Selamlar, blog sayfamın ikinci yazısıyla buradayım. Her yazıya başlarken numara verecek değilim elbet ama ilkler güzel belirtmekte fayda var. Bugün sizlere kendimden bir hikaye anlatacağım. Aslında başlığı gören ve konuyu bilen arkadaşlarım anlamışlardır mevzuyu ama ben yine de anlatayım, çünkü anlatacağım bu hikaye benim için bir süre korkulu rüya bir süre sonra da eğlenceli bir gerçek oldu. 2008 ya da 2009 yılıydı, ben evin en küçük oğlu olarak günde 15 saat bilgisayar başında takıldığım dönemler ( ki hala öyle ) ve o zaman facebook yeni yeni Türkçe olmuş popülerlik zirvede herkes cayır-cayır sayfa açıyor biz de o sayfalarda her fotoğrafın her video’nun altına “zaaaaa xd xd xd” yazıyoruz. Evet bunu hepimiz yapıyoruz. En cool arkadaşlarımın hatta eski sevgilimin bile internet geçmişinde var bunlar ve daha da ötesi “yha”lar bile var. Neyse ki çabuk atlattık msn ile birlikte onlarda kalktı bir nebze. Dönelim bana, tahminimce 2008 yazıydı ve Avrupa şampiyonası var, almışım tüplü tel

Yaşar Kemal'in Teneke İsimli Tiyatro Oyunu / İnceleme

Evet sevgili dostlar bugün sizlere bir oyun incelemesi yazmak istedim, keyifli okumalar ; Oyun aynı isimli romandan uyarlanmış ve romanın yazarı asıl adı Kemal Sadık Gökçeli olan Yaşar Kemal’dir. Ailesinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki Rus işgali yüzünden  Van’dan sürülmesiyle 1926 yılında Osmaniye’nin Kadirli ilçesinde doğmuştur.  1943 yılında ilk kitabını yayımlayan Yaşar Kemal incelememize konu olan Teneke eserini 1955 yılında kaleme almış, 1965 yılında oyunlaştırmıştır. 1966'da İlhan İskender Armağanı ile Ankara Sanatseverler Derneği Ödülü'nü kazandırmıştır.                                     Teneke romanı aynı zamanda yazara esin kaynağı olan, hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Adana’da geçmektedir. Çiftçi olan babasını henüz beş yaşındayken kaybeden ve bir kaza sonucu yine o yaşlarda bir gözünü kaybeden Yaşar Kemal ailesine yardım etmek için Adana’da pamuk çiftliklerinde ırgat olarak çalışmıştır. Bu tecrübe ona hem Adana Çukurova’yı tanımasını hem de halkın dertler