Buz gibi toprak ayaklarına değdikçe irkildi ama aynı doğrultuda durmadan rahatlıyordu. Bir toprak neden bu kadar soğuk olur diye düşündü, nasıl olabileceğini bildiği için nedenleri sorgulamaya başlamıştı. 2 sene önce kardeşinin dakikalarca çırpınarak can verdiği topraktı bu, sıcak olmasını bekleyemezdi, buz gibi soğuktu toprak o bedeninin üstünde can verişine kızmış gibi ısınmayı reddediyordu. Sadece bir kısmı hariç. Kardeşinin kanının aktığı o bölge, sanki alev alev, cehennem ateşinden farksız bir şekilde yakıyordu ayaklarını. Belki buz gibi olmayı toprak istemiyordu, toprağın bütün sıcaklığını oraya çeken o kandan dolayı öyleydi, bilmiyordu. 14 yaşında bir çocuk öldü bu topraklarda, öldürüldü, can verdi, canı alındı. Nasıl olduğunu biliyordu, nedenini sorguladı yine. Neden? Sorgulama bile yapılmamıştı, bir tek bakışta suçu sabit görüldü ve öldürüldü. Daha fazla düşünmesine engel olan kol saatinin çalması oldu, yaklaşık 10 ay önce yürürlü
“Yaşamın anlamsız olduğuna karar vermek ile yaşanılmaya değmez olduğuna karar vermek arasında bir fark vardır. Evet yaşam anlamsızdır ancak yaşamaya değerdir.” -Albert Camus Yaşamak nefes almak, bir takım biyolojik olayları meydana getirmek mi, Akciğerlerinin devinimini tamamlaması mı bir dakika içinde, istisnasız. Kan dolaşımının kusursuz işlemesi mi, yaşamak. Karnını doyurmak, uyumak, terlemek mi… Böyleyse -ki böyle… Yaşamak sıradan, tatsız, Hatta gereksiz. Ama yaşamak, Gülmek… Sana bakan henüz dünyada bir ay geçirmemiş bir çift göze gülümsemek, Bir asıra yaklaşan gözlere gülümsemek, Ömrünü tamamlayan bir çift gözün ait olduğu taşa gülümsemek. Ağlamak… Hiroşima’da üzerine bomba atılan o on yaşındaki çocuğa ağlamak, Terk ederken bir kere dönüp bakmadığı için ağlamak, Eve döndüğünde bıraktığın tek kişiyi, iki ruh olarak bulduğunda ağlamak. Utanmak… Sana bakmadığını