Yeni bir öyküyle karşınızdayim, hayalimde bir psikolog ve birde tuttuğu günlük var, iyi okumalar;
Tırnaklarını yeme alışkanlığını bırakalı yıllar olmuştu ama hala bazen elleriyle parmaklarının kenarlarını oynamayı kesemiyordu, hiç sigara içmiyordu ama bazen çok istediğini söylerdi, çünkü, çünküsü onda bile yoktu aslında.
Son zamanlarda çoğu şeyin sebebini, sonucunu hatta çoğu
konuyu bile hatırlayamaz olmuştu.
Annesinin hastalığının onun üzerinde büyük etkileri vardı
elbette fakat zor zamanların geçtiğine artık annesi bile inanmadığı için
kendisinde bu daha da zor zamanlara dayanacak gücü bulamıyordu.
En son geldiğinde Tanrıdan intikam almak istediğinden
bahsetti, İncil’de ‘’İntikam Benim’’ demiş Tanrı, İncil’e göre intikam her şeye
kadir olan tanrıya aittir. Peki doktor dedi, Tanrı intikamı kabul ediyorsa ve
Tanrı sadece iyi şeyleri yapıyorsa o zaman intikam iyi bir şey değil midir?
Ondan intikam alacağım.
Fakat dedi Tanrı bile olsa birinden intikam alma isteği
sizde uyandığında ona yapılabilecek en büyük övgüyü en büyük sevgi gösterisini
yapıyoruzdur aslında. Ona şunu diyoruz “hayatımı öylesine etkiledin ki sana bir
karşılık vermem gerekiyor ve senin hayatında benimki kadar derinden
etkilenmeli”
İntikam adeta bir tebrik mesajıdır ve güzeldir dedi.
Tanrıdan nasıl intikam alacaksın diye sorduğumda ise birden
ağlamaya başlayıp Tanrı’yı çok sevdiğini söyledi, bu ikilemleri artık beni
şaşırtmıyor çünkü ben bile artık Cyril’ı anlamakta zorlanıyorum.
Hatta bazen ondan korkuyorum, bazen bakışları öyle
sertleşiyor ki her an üzerime saldıracakmış gibi, fakat aynı bakışların içinde
çığlık çığlığa yardım isteyen altı yaşında ki bir çocuğu da görüyorum. Bir
insan hem çaresiz hem de böylesine kindar görünmeyi nasıl başarabilir? Fakat
ben cesurum ve onunla baş edebilirim, hem de sanki eğer bir gün benden
korkarsan bu sözümü hatırla dercesine bana söylediği o cümleye sarılarak : “
Cesaret korkusuzluk değil, korkuya rağmen devam edebilmektir.”
Annesinin hastalığının ilerlemesi onun hem benimle daha sık
görüşmesine hem de daha çok içini dökmesine sebep oldu, geçenlerde cebinde bir
kağıtla geldi lütfen ben gittiğimde aç bunu diye rica etti bende öyle yaptım,
açtığımda beni şu dizeler karşıladı:
Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni.
O kız oğlan kız erdem, dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru.
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değmez bu yangın yeri avuç açmaya değmez.
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene.
Değil mi ki kötüler kadı olmuş yemene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın.
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız koymak var, o koyuyor adama.
Bu dizeler ona ait değil, Shakespeare’in 66. Sone’si.
Bu
dizeleri okuduğumda derin düşüncelere daldım, bu sözcüklerin kaleme alındığı
yıl günümüzden neredeyse 500 yıl önce, peki nasıl olur, nasıl olur da o
yıllarda bile insanlar bambaşka hayatlar, bambaşka teknolojiler, bambaşka
ilişkiler ve dahi yönetimler altında yaşarken tamamen aynı çaresizlikle, aynı
yakarışla, aynı karanlıkla baş başa kalabilirler? İşte bu insan ruhuyla
alakalı, bedeninizi bir kenara atın ruhumuzla yaşıyoruz. Beyninizi bile bir
çöplük varsayabilirsiniz tıpkı benim bunları yazdığım bilgisayarın hafızası
gibi oda ruhumuzun sadece bir hafıza kartı. Peki farklı yüzyılların ruhları
nasıl olurda aynı acıyı, aynı kederi, aynı intikam dürtüsünü hisseder?
Bu konuda biraz düşününce aklıma gelen Tanrı oldu, tüm
kutsal kitaplarda ve efsanelerde Tanrı’nın dünyaya gelmiş ve gelecek bütün
ruhları tek seferde yarattığı söylenir, aynı anda oluşan ruhlardan farklı
hisler ne kadar beklenebilir? İşte görüyoruz ; binlerce yıl önce evladını kaybeden
bir anneyle, şimdiki veya yüzlerce yıl önce kendisine kötülük eden birine kin
duyan biriyle ben, sen, o farklı mıyız?
Olamayız, asla da olamayacağız.
Bunları düşünürken dizenin sonunda Cyril’ın kimi bırakıp
gidemeyeceğini merak ettim çünkü bildiğim kadarıyla bir kız arkadaşı yoktu ve
aslında hiç olmamıştı. Tekrar geldiğinde oturur oturmaz ona bunu sordum ve
verdiği yanıt belki de şimdiye kadar seanslarımda duyduğum en güzel
konuşmalardan biriydi.
Acıyı bedenimle çekiyorum dedi Cyril. Başlangıçta her şeyin
ruhumla alakalı olduğunu zannettim ama yanlış, acıyı bedenimiz çekiyor, çünkü
ben reddedildiğimde canım öyle yanıyor ki, nefes aldığım zaman akciğerimin
ortasında acıyı hissediyorum. Annemin hastalığını ilk öğrendiğimde de oldu
hatta o zaman bütün tırnaklarımı hatta saçlarımı bile yoldum acıyı bedenim
çekti. Üzülüp ağladığımda gözyaşlarım bedenimi ıslatıyor, dişlerimi sıktığımda
dudaklarım kanıyor, bazen öyle öfkeleniyorum ki sağa sola vurduğum zaman acı
yine bedenimde.
Bunları biliyorum Cyril dedim, belki de biraz olsun onu
rahatlatmak için bu sorunun herkeste olabileceğini söyledim.
Yani sonuç olarak Cyril ?
Sonuç olarak, cümlesini tamamlamadan bana bir soru yöneltti,
ölmekten korkar mısın ?
Elbette.
Peki neden diye sordu.
Çünkü bu dünyadan başka bir dünyaya gitmek korkutur, nasıl
olduğu, ne hissetiğini bilmemek korkutur..
Ve ?
Hatalarımın karşılığını almak korkutur.
Yani ?
Duymak istediğin ne Cyril dedim.
Acı..
Evet dedim, acı çekecek olmamda korkutur.
Peki dedi, bedenimiz acı çekerken bu kadar isyan ediyorsak
ya özümüz, milyarlarca yıl önceden var olan ruhumuz öbür tarafa geçtiğinde acı
çekerse, buna dayanabilir miyiz?
Cyril bu soruyu sorduktan sonra cevap veremeyeceğimi
anladığı için cümlesine devam etti.
Fakat benim cevap verememe nedenim ise onunla aynı düşünüyor
olmamdı.
Şaşkındım fakat bunu belli etmemek için kendi kafamda ondan
zıt düşünmeye ve cümleler üretmeye başlamıştım bile. Çünkü sonuçta ona “evet
aynı düşünüyoruz” demekten ziyade kafasındaki pencereleri çoğaltmam gerektiğini
biliyordum.
Shakespeare bu dizelerde yüzyıllardır değişmeyen temel
acılardan, kederlerden, haksızlıklardan bahsetti dedi ve devam etti.
Ama bana sorarsan ki soruyorsun.
O dizelerin sonunda ayrılmak istemediği şey “Beden’iydi
Cyril çok garip bir bakış açın var dedim -aslında tamamen
aynı düşünmeme rağmen-, yoldan geçen yüz kişiye sorsam yüzü de bırakmak
istemediği bir sevgilisi olduğunu söyler diye ekledim.
Cyril yine o boş bakışını takındı yüzüne. Bedenimize aşığız
dedi, eğer onu bırakıp gitmenin içsel korkusu olmasa ona bu kadar bağlanmayız.
Saçlarımızı yıkamaz, yüzümüze makyaj yapmaz, tırnaklarımızı kesmez, sivilceleri
kafaya takmaz hatta ve hatta tıraş olmazdık. Söylesene Doktor yoldaki çöpçü
seni kolundan tutup “sizi tanıyorum siz o doktorsunuz lütfen beni de beş dakika
dinleyin” dese dinler misin?
Yine cevabımı bildiği için cümlesine devam etti,
Onu umursamazsın, çünkü bedeni kötü, bedenine giymesi için
verdiği kıyafetler ve bedenine verdiği şekil, koku her şey kötü. O da bundan
bahsediyor, mertliğin bozulması, erdemin ayakların altında olması, düzene aklın
değil bedenin hakim olması.
Eee madem
Shakespeare’ın son dizesinde bedenine olan sevgisinden ziyade başka bir insana
yazdığını düşünüyorsan, insanın kendi bedenine olan sevgisinin başka birine
beslediği sevginin önüne geçemeyeceğini düşünüyorsan…
Sözünü keserek tamam Cyril dedim, anladım. Fakat öyle
yapmaya mecburuz, yaşamak için yani en azından toplum tarafından kabul görmek
için öyle olmaya mecburuz. Hem ruhu kötü olan insanlarda var.
Her ne söylersen söyle dedi, ister mecbur olduğumuz düşün
ister başka bir şey Shakespeare bu dizeleri kendine yazmıştır. Ve bu bencillik
değil farkındalıktır.
Süre doldu Cyril dedim, yine nereden nereye bağladın. Ama
konuşmamızın bitmediğinin farkındayım bir daha ki gelişinde, bu konunu devam
etmesini istiyorum.
Cümlemi bitirip kafamı kaldırdığımda Cyril çoktan gitmişti.
Yorumlar
Yorum Gönder