Ana içeriğe atla

BİR PSİKOLOĞUN GÜNLÜĞÜ-1


Yeni bir öyküyle karşınızdayim, hayalimde bir psikolog ve birde tuttuğu günlük var, iyi okumalar;



Tırnaklarını yeme alışkanlığını bırakalı yıllar olmuştu ama hala bazen elleriyle parmaklarının kenarlarını oynamayı kesemiyordu, hiç sigara içmiyordu ama bazen çok istediğini söylerdi, çünkü, çünküsü onda bile yoktu aslında.
Son zamanlarda çoğu şeyin sebebini, sonucunu hatta çoğu konuyu bile hatırlayamaz olmuştu.
Annesinin hastalığının onun üzerinde büyük etkileri vardı elbette fakat zor zamanların geçtiğine artık annesi bile inanmadığı için kendisinde bu daha da zor zamanlara dayanacak gücü bulamıyordu.
En son geldiğinde Tanrıdan intikam almak istediğinden bahsetti, İncil’de ‘’İntikam Benim’’ demiş Tanrı, İncil’e göre intikam her şeye kadir olan tanrıya aittir. Peki doktor dedi, Tanrı intikamı kabul ediyorsa ve Tanrı sadece iyi şeyleri yapıyorsa o zaman intikam iyi bir şey değil midir? Ondan intikam alacağım.
Fakat dedi Tanrı bile olsa birinden intikam alma isteği sizde uyandığında ona yapılabilecek en büyük övgüyü en büyük sevgi gösterisini yapıyoruzdur aslında. Ona şunu diyoruz “hayatımı öylesine etkiledin ki sana bir karşılık vermem gerekiyor ve senin hayatında benimki kadar derinden etkilenmeli”
İntikam adeta bir tebrik mesajıdır ve güzeldir dedi.
Tanrıdan nasıl intikam alacaksın diye sorduğumda ise birden ağlamaya başlayıp Tanrı’yı çok sevdiğini söyledi, bu ikilemleri artık beni şaşırtmıyor çünkü ben bile artık Cyril’ı anlamakta zorlanıyorum.
Hatta bazen ondan korkuyorum, bazen bakışları öyle sertleşiyor ki her an üzerime saldıracakmış gibi, fakat aynı bakışların içinde çığlık çığlığa yardım isteyen altı yaşında ki bir çocuğu da görüyorum. Bir insan hem çaresiz hem de böylesine kindar görünmeyi nasıl başarabilir? Fakat ben cesurum ve onunla baş edebilirim, hem de sanki eğer bir gün benden korkarsan bu sözümü hatırla dercesine bana söylediği o cümleye sarılarak : “ Cesaret korkusuzluk değil, korkuya rağmen devam edebilmektir.”
Annesinin hastalığının ilerlemesi onun hem benimle daha sık görüşmesine hem de daha çok içini dökmesine sebep oldu, geçenlerde cebinde bir kağıtla geldi lütfen ben gittiğimde aç bunu diye rica etti bende öyle yaptım, açtığımda beni şu dizeler karşıladı:
Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni.
O kız oğlan kız erdem, dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru.
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değmez bu yangın yeri avuç açmaya değmez.
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene.
Değil mi ki kötüler kadı olmuş yemene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın.
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız koymak var, o koyuyor adama.

Bu dizeler ona ait değil, Shakespeare’in 66. Sone’si.
Bu dizeleri okuduğumda derin düşüncelere daldım, bu sözcüklerin kaleme alındığı yıl günümüzden neredeyse 500 yıl önce, peki nasıl olur, nasıl olur da o yıllarda bile insanlar bambaşka hayatlar, bambaşka teknolojiler, bambaşka ilişkiler ve dahi yönetimler altında yaşarken tamamen aynı çaresizlikle, aynı yakarışla, aynı karanlıkla baş başa kalabilirler? İşte bu insan ruhuyla alakalı, bedeninizi bir kenara atın ruhumuzla yaşıyoruz. Beyninizi bile bir çöplük varsayabilirsiniz tıpkı benim bunları yazdığım bilgisayarın hafızası gibi oda ruhumuzun sadece bir hafıza kartı. Peki farklı yüzyılların ruhları nasıl olurda aynı acıyı, aynı kederi, aynı intikam dürtüsünü hisseder?
Bu konuda biraz düşününce aklıma gelen Tanrı oldu, tüm kutsal kitaplarda ve efsanelerde Tanrı’nın dünyaya gelmiş ve gelecek bütün ruhları tek seferde yarattığı söylenir, aynı anda oluşan ruhlardan farklı hisler ne kadar beklenebilir? İşte görüyoruz ; binlerce yıl önce evladını kaybeden bir anneyle, şimdiki veya yüzlerce yıl önce kendisine kötülük eden birine kin duyan biriyle ben, sen, o farklı mıyız?
Olamayız, asla da olamayacağız.




Bunları düşünürken dizenin sonunda Cyril’ın kimi bırakıp gidemeyeceğini merak ettim çünkü bildiğim kadarıyla bir kız arkadaşı yoktu ve aslında hiç olmamıştı. Tekrar geldiğinde oturur oturmaz ona bunu sordum ve verdiği yanıt belki de şimdiye kadar seanslarımda duyduğum en güzel konuşmalardan biriydi.
Acıyı bedenimle çekiyorum dedi Cyril. Başlangıçta her şeyin ruhumla alakalı olduğunu zannettim ama yanlış, acıyı bedenimiz çekiyor, çünkü ben reddedildiğimde canım öyle yanıyor ki, nefes aldığım zaman akciğerimin ortasında acıyı hissediyorum. Annemin hastalığını ilk öğrendiğimde de oldu hatta o zaman bütün tırnaklarımı hatta saçlarımı bile yoldum acıyı bedenim çekti. Üzülüp ağladığımda gözyaşlarım bedenimi ıslatıyor, dişlerimi sıktığımda dudaklarım kanıyor, bazen öyle öfkeleniyorum ki sağa sola vurduğum zaman acı yine bedenimde.
Bunları biliyorum Cyril dedim, belki de biraz olsun onu rahatlatmak için bu sorunun herkeste olabileceğini söyledim.
Yani sonuç olarak Cyril ?
Sonuç olarak, cümlesini tamamlamadan bana bir soru yöneltti, ölmekten korkar mısın ?
Elbette.
Peki neden diye sordu.
Çünkü bu dünyadan başka bir dünyaya gitmek korkutur, nasıl olduğu, ne hissetiğini bilmemek korkutur..
Ve ?
Hatalarımın karşılığını almak korkutur.
Yani ?
Duymak istediğin ne Cyril dedim.
Acı..
Evet dedim, acı çekecek olmamda korkutur.
Peki dedi, bedenimiz acı çekerken bu kadar isyan ediyorsak ya özümüz, milyarlarca yıl önceden var olan ruhumuz öbür tarafa geçtiğinde acı çekerse, buna dayanabilir miyiz?
Cyril bu soruyu sorduktan sonra cevap veremeyeceğimi anladığı için cümlesine devam etti.
Fakat benim cevap verememe nedenim ise onunla aynı düşünüyor olmamdı.
Şaşkındım fakat bunu belli etmemek için kendi kafamda ondan zıt düşünmeye ve cümleler üretmeye başlamıştım bile. Çünkü sonuçta ona “evet aynı düşünüyoruz” demekten ziyade kafasındaki pencereleri çoğaltmam gerektiğini biliyordum.
Shakespeare bu dizelerde yüzyıllardır değişmeyen temel acılardan, kederlerden, haksızlıklardan bahsetti dedi ve devam etti.


Ama bana sorarsan ki soruyorsun.
O dizelerin sonunda ayrılmak istemediği şey “Beden’iydi
Cyril çok garip bir bakış açın var dedim -aslında tamamen aynı düşünmeme rağmen-, yoldan geçen yüz kişiye sorsam yüzü de bırakmak istemediği bir sevgilisi olduğunu söyler diye ekledim.
Cyril yine o boş bakışını takındı yüzüne. Bedenimize aşığız dedi, eğer onu bırakıp gitmenin içsel korkusu olmasa ona bu kadar bağlanmayız. Saçlarımızı yıkamaz, yüzümüze makyaj yapmaz, tırnaklarımızı kesmez, sivilceleri kafaya takmaz hatta ve hatta tıraş olmazdık. Söylesene Doktor yoldaki çöpçü seni kolundan tutup “sizi tanıyorum siz o doktorsunuz lütfen beni de beş dakika dinleyin” dese dinler misin?
Yine cevabımı bildiği için cümlesine devam etti,
Onu umursamazsın, çünkü bedeni kötü, bedenine giymesi için verdiği kıyafetler ve bedenine verdiği şekil, koku her şey kötü. O da bundan bahsediyor, mertliğin bozulması, erdemin ayakların altında olması, düzene aklın değil bedenin hakim olması.
 Eee madem Shakespeare’ın son dizesinde bedenine olan sevgisinden ziyade başka bir insana yazdığını düşünüyorsan, insanın kendi bedenine olan sevgisinin başka birine beslediği sevginin önüne geçemeyeceğini düşünüyorsan…
Sözünü keserek tamam Cyril dedim, anladım. Fakat öyle yapmaya mecburuz, yaşamak için yani en azından toplum tarafından kabul görmek için öyle olmaya mecburuz. Hem ruhu kötü olan insanlarda var.
Her ne söylersen söyle dedi, ister mecbur olduğumuz düşün ister başka bir şey Shakespeare bu dizeleri kendine yazmıştır. Ve bu bencillik değil farkındalıktır.
Süre doldu Cyril dedim, yine nereden nereye bağladın. Ama konuşmamızın bitmediğinin farkındayım bir daha ki gelişinde, bu konunu devam etmesini istiyorum.
Cümlemi bitirip kafamı kaldırdığımda Cyril çoktan gitmişti.


                                                                                                                                        


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÖLÜMSÜZLÜĞÜ BULAN ADAM !

Bugün sizlere Isaac Christin Novak'ın hikayesinde bahsedeceğim.  Dünyaya geldikten hemen sonra bebekler ağlamaya başlarlar, ya bu dünyanın nasıl boktan olduklarını bildikleri içindir ya da doğar doğmaz yavaş yavaş ölmeye başladıkları için. Bir süre sonra bu fikre alışarak ağlamaları kesilir fakat herkes bu fikre alışmaz ve ölmemek üzere yaşamaya başlar. İnsan bilimsel olarak kalbi durduğu zaman ölür fakat asıl ölüm ismini son bilen, seni son hatırlayan kişi dünyadan gittiğinde olur. O zaman bu dünyaya hiç gelmemiş olursun, çünkü kimsenin seni hatırlamaması senin var olmadığına bir kanıttır. Sanatçılar ve siyasiler çoğunlukla bu açığı kapatırlar, çünkü onlar kolay kolay unutulmazlar ve ölümsüzlüğü bir nebze gerçekleştirirler. Peki ya gerçekten ölümsüz olmak mümkün mü? Binlerce yıldır insanlar bunun araştırmasını yaptılar, dünya üzerinde inanılan neredeyse bütün dinler ölümden sonra tekrar yaşamın olacağını söylerler fakat bulunduğumuz dünyada ölümsüzlüğün

MESSİ'NİN KILDIĞI NAMAZ !

Selamlar, blog sayfamın ikinci yazısıyla buradayım. Her yazıya başlarken numara verecek değilim elbet ama ilkler güzel belirtmekte fayda var. Bugün sizlere kendimden bir hikaye anlatacağım. Aslında başlığı gören ve konuyu bilen arkadaşlarım anlamışlardır mevzuyu ama ben yine de anlatayım, çünkü anlatacağım bu hikaye benim için bir süre korkulu rüya bir süre sonra da eğlenceli bir gerçek oldu. 2008 ya da 2009 yılıydı, ben evin en küçük oğlu olarak günde 15 saat bilgisayar başında takıldığım dönemler ( ki hala öyle ) ve o zaman facebook yeni yeni Türkçe olmuş popülerlik zirvede herkes cayır-cayır sayfa açıyor biz de o sayfalarda her fotoğrafın her video’nun altına “zaaaaa xd xd xd” yazıyoruz. Evet bunu hepimiz yapıyoruz. En cool arkadaşlarımın hatta eski sevgilimin bile internet geçmişinde var bunlar ve daha da ötesi “yha”lar bile var. Neyse ki çabuk atlattık msn ile birlikte onlarda kalktı bir nebze. Dönelim bana, tahminimce 2008 yazıydı ve Avrupa şampiyonası var, almışım tüplü tel

Yaşar Kemal'in Teneke İsimli Tiyatro Oyunu / İnceleme

Evet sevgili dostlar bugün sizlere bir oyun incelemesi yazmak istedim, keyifli okumalar ; Oyun aynı isimli romandan uyarlanmış ve romanın yazarı asıl adı Kemal Sadık Gökçeli olan Yaşar Kemal’dir. Ailesinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki Rus işgali yüzünden  Van’dan sürülmesiyle 1926 yılında Osmaniye’nin Kadirli ilçesinde doğmuştur.  1943 yılında ilk kitabını yayımlayan Yaşar Kemal incelememize konu olan Teneke eserini 1955 yılında kaleme almış, 1965 yılında oyunlaştırmıştır. 1966'da İlhan İskender Armağanı ile Ankara Sanatseverler Derneği Ödülü'nü kazandırmıştır.                                     Teneke romanı aynı zamanda yazara esin kaynağı olan, hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Adana’da geçmektedir. Çiftçi olan babasını henüz beş yaşındayken kaybeden ve bir kaza sonucu yine o yaşlarda bir gözünü kaybeden Yaşar Kemal ailesine yardım etmek için Adana’da pamuk çiftliklerinde ırgat olarak çalışmıştır. Bu tecrübe ona hem Adana Çukurova’yı tanımasını hem de halkın dertler