Bir Psikoloğun günlüğü'nün devam yazılarını yayınlamadan önce içimde aylardır olan bir hikayeyi kaleme almak istedim ve bu seri aksama olmaksızın gelecek. Bu gün birinci bölümü sizlerle, keyifli okumalar.
Okurken Özgür Baba'dan Çay Taşı isimli eseri dinlemenizi öneririm.
Ayaklarına batan çalı çırpıyı toplamaktan vazgeçtiğinde
yolun yarısına gelmişti, buraya gelmeden önce tahmin ettiğinden daha sıcak ve
daha kurak bir hava karşılamıştı onu. Biraz nem diye geçirdi içinden, biraz nem
olsa diye dua edeceğini hiç sanmazdı.
Büyük umutlarla gelmişti bu kasabaya ya da büyük umutları
kendisi düşlemişti ortada umut etmesini sağlayacak hiçbir durum yokken. Hastaydı, doktorlar aksini söylese bile
öleceğini hissediyordu artık bu yüzden bütün eşyalarını hatta hayallerini
toplayıp bir bavula tıktı ve annesinden ona yadigar kalan anneannesinin yanına
yerleşti.
Geç bile kaldığını düşündü kasabaya doğru ilerleyen, o her
çukurda paramparça olacakmış hissi veren otobüste giderken.
Neden bir tek ölüm birleştirir insanları diye düşündü, en
yakını bile olsa söz konusu, dünyanın sunduğu nefretin, kinin, tartışmaların, acıların
üstesinden neden geçmiş güzel günler, mutluluklar, birbirine bakan bir çift
göz ve belki hastalık bile değil de neden ölüm tekrar bir araya getirir
insanları.
Bir araya gelen insanlar içinde ise asıl kahramanlardan en
az biri olmazken üstelik. Bu hataya kendisinin de düştüğünü fark etti ve doldu
gözleri.
Yıllar sonra ilk kez en azından anne ve babasını
kaybettikten sonra yalnızlığa nasıl alışacağını düşünürken bu kadar ağlamaklı
bulmuştu kendini ki o zaman bu süre çok kısa sürmüştü. Kendisi bile şaşırmıştı
buna.
Aslında onların yokluğuna alışmaya başlaması değildi kısa
süren, onların yokluğuna ömür boyu alışamayacağını biliyordu. Kısa süren şey
güçlü olmayı öğrenmesi hatta güçlü olmasıydı.
Her şey o kadar ani olmuştu ki boş bir beyaz duvara boş
gözlerle bakarken görmüştü sanki bütün geleceğini, çekeceği acıları,
mutlulukları, dostlukları, kayıpları ve hatta ölümü. Fakat aynı duvara bakarken
bu dünyanın kendisine ait olduğunu ilk defa o zaman hissetti istediği her şeyi
yapabileceğini hatta yaptırabileceğini.
İçinde gizli bir sandık vardı ve o duvara bakan gözleri
yıllar sonra o sandığın anahtarını o duvarın yanında bulmuştu.
Karşılaştığı yıkımların hemen hemen hepsine, -düşünce
dizlerinin yarası kabuk bağlayana kadar ağlaması bitmeyen çocuklar kadar
ağlayan- o insan gitmiş, bir anda her türlü mutluluğa ve acıya set kurmuş bir
insan gelmişti.
Bu set gaddarlık dolu sevimsiz bir set değildi asla.
Bu set istediği hayatı yaşamasını sağlayacak bir setti, o
kadar güçlü kurdu ki bu seti aynı hafta işinden istifa etmiş, varını yoğunu
satmış, tedavisi için kullandığı tüm ilaçları çöpe atmış ve anneannesinin
kasabasına gitmek üzere bir bilet almışken bulmuştu kendini.
Geldiğinde kasabanın çok değiştiğini fark etti, belki de
öyle sandı. Zaten en fazla iki kere gelmişti bu kasabaya oda çok eskiden.
Anneannesinin evini hatırlayıp hatırlamadığını bilmiyordu bile ama ayakları onu
götürmüştü.
Kapıyı çaldığında bir süre ses çıkmaması kalbinin hızla
çarpmasına sebep oldu fakat sonra içerden gelen ayak sesleri korkusunu bastırdı
ve kapı açıldığında karşılaştığı yüz korkunun bir anda mutluluğa dönüşmesini
sağladı.
Yaşlanmış olduğu halde o kadar güzel gözler gördü ki
karşısında, yanaklarından dudaklarına kadar bütün yüzünü kaplayan çizgilerin
içinden sanki çocuk kahkahaları yükseliyordu kadının. Ellerine sarılıp
öptüğünde burnuna gelen soğan kokusu bile bir an olsun rahatsız etmemişti onu,
tekrar kaldırıp baktığında alelade örtülmüş başından dışarı sarkan uçları
kınalı beyazlamış saçlarına dokundu, bir saman çöpü kadar sert olan bu saçlar o
ana kadar dokunduğu en yumuşak saçlardı sanki.
Tekrar eğilip öptü anneannesinin ellerini.
Yüzünü kaldırdığında tekrar yüz yüze geldiler, kadının o çok
kısa süren önce tanımayan fakat daha sonra tanıyarak parıldayan gözleri, birden
gülümseyerek kocaman açılan ağzı bu gün bile aklından gitmiyordu. Öyle sıkı
sarılmıştı ki kadın torununa, kemiklerinin acıdığını hissetmişti. O yaşta bir
kadın için oldukça güçlü diye düşündü ama sonraki günler anlamıştı ki o an
sadece sevincin verdiği bir güçle ve hatta aşkla kucaklamıştı onu.
Eve girdiklerinde evin hemen hemen hiçbir eşyasının
değişmediğini fark etti, dedesinin oturduğu koltuk bile hala aynı yerdeydi,
gözleri onu da aradı ama göremeyince ya kahvehanededir ya da yine mezarlıkları
geziyordur diye düşündü. Emin olup olmamakla birlikte eskiden beri dedesinin bu
alışkanlığının olduğunu düşündü, hatta ufakken ona neden mezarlıkları ziyaret
ettiğini, tanımadığı insanların bile mezarlarını neden temizlediğini
sorduğunda, buralar bizim evimiz diye cevap vermişti adam, ‘’Henüz hayatta
olsak bile buralar bizim evimiz, sen hiç kirli bir evde oturmak ister misin
evlat ? Burası benim, senin ve yaşayan herkesin bir gün istese bile terk
edemeyeceği yuvaları olacak bunu sakın unutma, ve eğer nefes alırken kalbin
kadar buraları da temiz tutarsan o yuvadan asla ayrılmak istemezsin‘’
O zamanda çok anlam verememişti buna şimdi de veremiyordu,
fakat daha anlam verememe fikri aklına gelir gelmez, annesi ve babası düştü
hatırına. “Belki de benim yüzümden evleri kirlidir şimdi, ben hiç mezar
temizlemedim ki.”
Belki kalbini bile temizlemeye o denli özen göstermemişti.
Bu düşünceler gözlerini tam dolduracakken mutfaktan elinde
çaylarla gelen anneannesine yardım etmek için ayağa kalktı.
Çaylarını alıp oturduklarında kadının hareket ederken
yorulduğunu fark etti.
Aniden dönüp : “Artık buradayım anneanne, hiç gitmeyi
düşünmüyorum. Biliyorum sana sormadım ama eğer soracak kadar bile beklesem
vazgeçerim diye korktum, hem seni, dedemi çok özledim. Varımı yoğumu sattım,
her şeyim sizin, bende sizinim. Size yardım etmeye yanınızda ölmeye geldim.”
Bunu söylediği anda anneannesinin hastalığından haberi olmadığını hatırladı.
Dudaklarını ısırıp kadının gözlerine baktığında üzüldüğünü belli etmeyen
gözlerle karşılaştı. Elbette yavrum dedi kadın, “sen benim evladımdan
yadigarsın, her şeyimiz senin.”
Sesindeki tedirginlik rahatsız etmişti ama daha o sormadan
kadın cümleye devam etmek istercesine ağzını açtı ki o sırada üst kattan aşağı
merdivenlerden inen hızlı ayak sesleri kadının ağzının kapanmasına sebep oldu.
Merdivenin açıldığı kapıya baktığında dedesini gördü, hala
çok uzun ve kalıplıydı. Çok sevdiği bıyıkları yoktu artık ve gözleri sanki
biraz boş bakıyordu.
Fakat bunlar sonradan düşündükçe aklına gelen ayrıntılardı
aslında.
Yavaşça ayağa kalktı çünkü adam içeri girmeyip ona biraz
düşmanca biraz da sıcak bakıyordu, anlam verememişti ve ayağa kalkması
bittiğinde ‘’Dede’’ diye seslendi kapıda ki adama.
Hayatından böylesine taş kesildiği bir an daha var mıydı?
Anne ve babasının kaybına bile bu kadar şaşırmış mıydı? Aldığı cevap karşısında
ona kalbinin derinliklerindeki o sandığın anahtarını veren beyaz duvar
yıkılmıştı sanki…
Karşısındakinin ‘’Dede’’ dediğini duyan adam boş gözlerle ve
ağlamaklı bir gözle sordu:
‘’Bana oyuncak arabalardan mı getirdi bu abla ?’’
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil